Ramazan ayı Kur’an-ı Kerim ayıdır. Bu ayda Cebrail meleği Hz. Muhammed’e (sallallahu aleyhi ve sellem) Kur’an’ı onunla birlikte okumak için göründü. Aynı şekilde bizim de Peygamberimizin örneğini izleyerek bu ayda Kur’an’ın okunmasına ve mânâlarını idrak etmeye özellikle dikkat etmeliyiz.
Allah, Kitabında, insanları gerçeğe ulaştırmak ve onların öğüt almasını sağlamak için çeşitli öyküler ve örnekler vermiştir. Bugün Kur’an-ı Kerim’de anlatılan bir hikâye hakkında konuşalım. Bu hikâyeye şehir halkı hikayesi denir ve birçoğunun defalarca okuduğu ve hatta ezberlediği Kuran’ın 36. suresi olan, «Yasin» suresinde bahsedilir.
Bu hikâyeye adanmış ayetleri dinleyelim:
(Okuyor)
Onlara mâlûm şehir halkını örnek göster. Oraya elçiler gelmişti. Biz kendilerine iki kişi göndermiştik ama ikisini de yalancılıkla itham ettiler. Bunun üzerine bir üçüncüyle destekledik. Onlar «Biz size gönderilmiş elçileriz» dediler.
Diğerleri ise şöyle karşılık verdiler:
«Siz de ancak bizler gibi insanlarsınız. Hem rahmân herhangi bir şey indirmiş değil; siz sadece yalan söylüyorsunuz!»
«Rabbimiz biliyor ki» dediler, «Biz gerçekten size gönderilmiş elçileriz. Bize düşen, açıkça tebliğ etmekten ibarettir.»
(İnkârcılar) şu karşılığı verdiler: «Doğrusu sizin yüzünüzden üzerimize uğursuzluk geldi. Eğer vazgeçmezseniz, biliniz ki sizi taşlayacağız ve tarafımızdan size acı veren bir işkence yapılacaktır.»
Onlar da dediler ki: «Uğursuzluğunuz kendinizdendir. Size öğüt verildi diye öyle mi? Hayır! Siz sınırı aşmış bir topluluksunuz.»
O sırada şehrin öbür ucundan bir adam koşarak geldi; şöyle dedi: «Ey kavmim! Bu elçilere uyun. Sizden bir ücret istemeyen o kimselere tâbi olun; onlar doğru yoldadırlar. Hem ne diye beni yaratan ve sizin de dönüp kendisine varacağınız Allah’a kulluk etmeyeyim ki? Hiç O’ndan başka mâbudlar edinir miyim! Eğer Rahmân bana bir zarar vermek isterse onların şefaati bana hiçbir yarar sağlamaz ve onlar beni kurtaramazlar.
İşte o takdirde (başka bir tanrı edinirsem) ben apaçık bir sapkınlık içine düşmüş olurum. İşte ben rabbinize iman etmiş bulunuyorum; bana kulak verin.»
Ona, «Cennete gir» denildi. «Rabbimin beni bağışladığını ve güzel biçimde ağırlananlardan eylediğini keşke kavmim bilseydi!» dedi.
Ondan sonra kavmi üzerine gökten bir ordu indirmedik, indirmeyiz de. (Cezaları) korkunç bir sesten ibaretti; sönüverdiler.
O kullara yazıklar olsun! Kendilerine bir peygamber gelmeye görsün, onu mutlaka alaya alırlardı.
Onlardan önce nice nesilleri helâk ettiğimizi ve onların artık kendilerine dönüp gelmediğini görmezler mi!
Elbette onların hepsi toplanıp huzurumuza getirilecek.
(Kur’an-ı Kerim; Yâsîn, 36:13-32)
Bu, şehir halkı hakkında bir Kuran hikayesidir. Cenab-ı Hak onu Kuran’da indirmiş ve Peygamberine (sallallahu aleyhi ve sellem) onu kavminden, Kuran’a inanmak istemeyen Kureyşlilere iletmesini emretmiştir, onlar göğün ve yerin sadece tek Yaratıcısı olan Allah’a ibadet etmenin gerekli olduğunu kabul etmek istemediler ve Yüce Allah’tan başka hiçbir şeye ibadet etmeyi reddettiler. Muhammed’in (sallallahu aleyhi ve sellem) Yaradan tarafından gönderilen gerçek bir elçi olduğunu kabul etmek istemediler ve ona uymak istemediler. Yüce Allah, alıntıladığımız pasajın başında şöyle buyurmaktadır: «Ey Muhammed, onlara mâlûm şehir halkını örnek göster.» Belki Kureyş halkı, şehir halkının, tevhid etmedikleri ve Allah’ın elçilerini yalanladıkları için başlarına gelenleri öğrendiklerinde akılları başlarına gelir. Belki ey Muhammed, bahsi geçen köyün ahalisine gönderilen üç elçinin kıssası senin için bir örnek olur ve o üç elçinin kendisine gösterdiği gibi insanları Allah’a davet etmede sabırlı olmana yardım eder! Ey Muhammed, belki bu hikâye senin ümmetin için bir ibret olur ve şehrin kenar mahallelerinden alelacele gelen o müminden bir örnek alırlar!
Sevgili izleyiciler! İman ile imansızlık, Allah korkusu ile ateizm, hak ile batıl, gerçek ile yanlışlık, doğru yol ile sapkınlık, iyilik ile kötülük, arasındaki çatışma sürekli ve kaçınılmazdır. Bu, şehir halkının tarihinde de bu çatışmayı görüyoruz. İlk taraf, imanın ve hak’ın tarafıdır. Orada, Allah’ın elçileri ve şehrin kenarlarından gelen mümin kişi doğruyu ve hakikati temsil etmektedir. İnkarın ve sapkınlığın tarafı, kent halkı tarafından temsil edilmektedir. Bu hikâyede, diğer birçok Kur’an hikayelerinde olduğu gibi, Yüce Yaradan, inanç ve inançsızlık arasındaki çatışmanın sonucunu bize bildirmektedir. Bu sonuç her zaman birdir; mümin kavmi için onur, Allah’ın koruması ve mutluluğudur ve tam tersine, küfre sapanların rezilliği, sefaleti ve azabı vardır.
Evet, hikâyenin başında Allah şöyle buyurmakta:
«Onlara mâlûm şehir halkını örnek göster. Oraya elçiler gelmişti. Biz kendilerine iki kişi göndermiştik ama ikisini de yalancılıkla itham ettiler. Bunun üzerine bir üçüncüyle destekledik. Onlar «Biz size gönderilmiş elçileriz» dediler.»
Allah, tıpkı bir zamanlar Firavuna ve kavmine iki elçisini yani Hz. Musa ve Harun’u gönderdiği gibi, bu şehrin halkına da iki elçi gönderdi; onlar da insanları, gökleri ve yeri yaradan tek bir Tanrıya- Yüce Allah’a- kulluk etmeye çağırdılar. Ancak köyün sakinleri bu habercileri reddetti ve onlara yalancı dediler. Sonra Rahman olan Allah, elçilerini başka bir üçüncü elçiyle destekledi ve bu üç peygamber çağrılarını yenilediler ve şehir sakinlerine «Gerçekten biz size gönderildik» sözleriyle döndüler. İnsanlar başkalarını Allah’a çağırırken böyle davranmalıdırlar. İnsanlara gerçeği anlatmakta sabırlı olmalı ve gevşek davranılmamalıdır.
Allah insanları yarattıktan sonra, onları gözetimsiz bırakmadı, onları kendi nefsine emanet etmedi, elçilerini onlara gönderdi; kendilerine, insanlara, Yaradan’ın ahitlerini ve hidayetlerini tebliğ etmekle görevlendirildi. Her çağda, insanlara Allah’ın elçileri ve peygamberleri gelip şöyle demişlerdi: «Alemlerin Rabbi olan Allah’a kulluk edin, O’ndan başka kimseye ve her şeye ibadeti inkâr edin ve Allah’ın indirdiği ahitlere uyun. Her çağda, Tanrı’nın peygamberleri, onları sık sık reddettiği ve yalanladıkları milletlere gönderilmişlerdir. Böylece Allah, Nuh, İbrahim, Musa, İsa (a.s) peygamberlerini insanlara göndermiştir. Çağımızın elçisi olan peygamber Hz. Muhammed’dir (sallallahu aleyhi ve sellem) – peygamberlerin ve elçilerin sonuncusudur, ondan sonra Kıyamet Günü’ne kadar hiçbir peygamber olmayacaktır. O, insanlara, Yaradanlarından son sözleriyle geldi: Kur’an-ı Kerim, takva sahipleri için bir hidayet ve nurdur.
Ve böylece üç elçi yeniden güçlenerek insanları hakka davet etmeye başladılar. Ve çağrılarına cevaben ne duydular? Allah, şehir sakinlerinin onlara şöyle dediğini bildiriyor: «Siz de bizim gibisiniz. Yüce Allah hiçbir şey indirmedi ve siz yalancısınız, başka bir şey de değilsiniz!» Ey büyük Allah’ım, hakikati ve kurtuluşu getirenlere böyle bir küstahlık ve aptallıkla cevap vermek! Ve inanmayı reddetmelerini nasıl haklı çıkardılar? Habercilerin insan doğasına sahip olmaları, insan olmaları. Ne kadar saçma ve savunulamaz bir argüman! Allah insanlara insanı değil de başka kimi göndersin? Bir insan, gerçek öğretiyi ve nasıl yaşayacağına dair örneği kendi türünden değil de başka kimden algılayabilir?
Peki Allah’ın elçileri bu aptalca uydurmalara ne cevap verdi? «Rabbimiz biliyor ki, bizler O’nun tarafından size gönderildik ve O’nun mesajını size açıkça iletmek bize düşer.» En inandırıcı ve kapsamlı cevap!!! Kendimizi O’nun elçileri olarak adlandırdığımızı ve O’nun adına konuştuğumuzu Yüce Allah bilir. Eğer yalan söylersek, şüphesiz O, bizden intikamını en acımasız intikamla alacaktır. Çünkü Allah, kimsenin Kendi adına konuşmasına ve O’nun elçisi olarak anılmasına izin vermez. Kim buna cüret ederse, muhakkak Allah’ın büyük azabına uğrar, Cenab-ı Hak onun hilesini ortaya koyar ve onu utandırır. İşte size bir örnek: Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)’in zamanında, Araplar arasında kendisinin Muhammed(sallallahu aleyhi ve sellem) gibi olduğunu iddia etmeye başlayan bir adam ortaya çıktı- yani Allah’ın elçisi olduğunu iddia etmiş. Adı Müseylime idi. Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) Allah’ın gerçek bir elçisi olarak insanlara çeşitli mucizeler göstermiştir. Bu mucizelerinden biri de Allah’ın suyu ve yiyeceği onunla çoğaltmış olmasıdır. Ve bu birçok kez olmuştur. Müslümanlar Hudeybiye’deyken susamışlardı. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) elini bir kaba koydu ve parmaklarının arasından su fışkırdı, böylece bütün insanlar -ki onlar beş yüz kişiydiler- susuzluklarını giderip abdest alabildiler. Başka bir örnek: Peygamber efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), Tabuk şehrine vardığında, kaynağından çok az su aktığını fark etti. Sonra azar azar ondan su almaya başladı, onu az miktarda topladıktan sonra yüzünü ve ellerini bu suyla yıkadı ve suyun artıklarını tekrar kaynağa döktü, sonra suyu bol bol akmaya başladı. Ve bu kaynak hala var. İşte bunlar Allah’ın gerçek elçileridir. Yaradan onları destekler ve onlara çağlar boyunca yücelik verir. Peygamber Museylim’in sahabeleri de ondan onlara benzer bir mucize getirmelerini istediklerinde, Allah onu rezil etti. Kuyulardan birinde çok az su vardı ve suya muhtaç olan insanlar Museylim’e «Bizim için suyu artır, çünkü sen bir peygambersin» diye yalvardılar. Museylim kuyuya doğru yürüdü, içine tükürdü ve … Ne kadar utanç verici! Kuyudaki tüm sular bir anda yeraltına gitti ve ortadan kayboldu! İşte böyle Allah, yalanını ortaya çıkarır ve kendisine haksız yere peygamber diyeni utandırır ve O’nun adına konuşmaya cesaret edeni rezil eder. Museylim, yüzyıllar boyunca Yalancı Museylim adıyla meşhur oldu
Şimdi bu üç elçinin yalan suçlamasına verdikleri yanıtın ne kadar doğru ve inandırıcı olduğunu anlıyorsunuz. Sözleri ne güzeldir: «Rabbimiz bilir ki, biz gerçekten O’nun tarafından size gönderilmişizdir.» Sonra dediler ki: «Ve biz sadece O’nun mesajını size açıkça iletmekle görevlendirildik.» Yani: Bizim görevimiz sadece Yaradanınızın mesajını size iletmektir, bu bizim görevimizdir. Bütün peygamberlerin ve Allah’a çağıranların görevi, ancak çağırıp insanlara hakkı getirmektir. İnsanlarla hesaplaşmak Allah’ın işidir.
Habercilerin bu kadar harika ve makul sözlerine cevaben, köyün sakinleri başka bir saçmalık söylediler. Dediler ki: «Gerçekten biz sizde bir belâ görüyoruz ve musibetlerimizi sizden kaynaklandığını zannediyoruz, sizler musibet getiriyorsunuz.» (Tüm inanmayanlar genellikle çok batıl inançlıdırlar ve her türlü kötü alametlere inanırlar.) Ve sonra habercileri tehdit etmeye başladılar: «Eğer çağrınızı durdurmazsanız, sizi taşlayacağız ve dayanılmaz acılara maruz bırakacağız.»
İnkarcılar her zaman Allah’ın elçilerini, tevhid ve hakkı çağıranları uğursuzluk, şer ve musibet olarak görmüşlerdir. Ve kendilerini Yaradan’a kulluk etmeye, imana ve kurtuluşa çağıranları her zaman tehdit ettiler, onları ülkeden kovma sözü verdiler, eziyet ve işkenceye tabi tuttular. Ateistlerin ve yalan ve şirkin takipçilerinin dili hep aynıdır- öldürme, hapsetme, işkence tehdidi. Aslında bu, zayıfın, başka hiçbir argümanı ve delili olmayanın tepkisidir. Nuh, İbrahim, Musa, İsa, Muhammed bununla tehdit edildiler…
Elçiler, kent halkının tehdidine karşılık şöyle dediler: «Sizin talihsizliğiniz kendi nefislerinizdendir. Yaradan’a ibadet etmenizin size hatırlatılması kötü bir alamet ve talihsizlik midir? Hayır! İşte siz sınırı aşan bir kavimsiniz.» Yani siz kendiniz, küfrünüz, şirk koşmanız, Allah’a karşı gelmeniz, günahkarlığınız ve Allah’ın belirlediği sınırların ihlal edilmesi sizin sıkıntılarınızın sebebidir. Böylece günahkârlar, Yüce peygamberleri yalanladılar. Günahkâr topluluk, kendilerine gönderilen temiz insanları taşlayıp öldürmeye kalkıştılar. Peki daha sonra ne mi oldu? Bunu bir sonraki buluşmamızda konuşacağız inşallah.
Son yorumlar